25 Eylül 2017 Pazartesi

Geçmişten Günümüze Rüya Fenomeni



Günün birinde hekimlerin dikkatlerini düşlerin “psikolojisi”nin yanı sıra “psikopatolojisi”ne de yöneltmek zorunda kalacakları konusunda hiç kuşku yoktur.

S. Freud


Rüya; uyku esnasında görülen birtakım olaylara verilen, Arapça “rü’yâ” kökünden “düş görmek” anlamına gelen bir kelimedir. Rüya olgusu insanların zihnini çok uzun zamandır meşgul eden bir kavram olmakla birlikte hala gizemini korumaktadır bu yazıda günümüze gelinceye kadar rüyaların hangi aşamalardan geçtiğini kısaca anlatmaya çalışacağım.

Bilinen hemen tüm medeniyet ve dinlerde rüya ile ilgili çeşitli bilgilere ulaşmak mümkündür. Rüya sadece tecrübe edilen bir olay olmaktan ziyade insanların hayatlarına çoğu zaman yön veren bir işleve sahiptir. Bu işlevi nedeniyle kimi rüyalara kutsallık atfedilmiştir. Kimi rüyalar, tarihsel olayların yaşanmasında büyük rol oynamıştır. Hemen hemen çoğumuz Hz. Yusuf hikayesin de ki rüyaya aşinayızdır. Bu rüya dini bir içerik taşımaktadır. Günümüzde de rüyaya dini bir fenomen olarak bakanlar hala çoktur.

Eski bir geleneğe göre, gündüz sorular güneşe fırlatılırsa, gece ayın vereceği yanıt dinlenir. Kuzey Amerika yerlileri rüya duasını kabile geleneği olarak yaparlar ve rüyanın anlamı netleşene kadar bunu gerçekleştirirler.
Norveç mitolojisinde ise rüyaların, ölülerin canlılarla iletişimde bulunduğu bir ortam olduğu anlatılır.

Avustralyalı ilkel bir kabilenin, maddesel dünyanın da aslında bir imajinasyon ortamı olduğunu ifade eden şöyle bir deyimi vardır: “Bizi rüyasında gören bir rüya var.” Bu deyim bana biraz Matrix filminde ki gerçekliği hatırlattı.


Neo: Bu gerçek değil mi? (koltuğu göstererek)

Morpheus: Gerçek nedir? Gerçeği nasıl tanımlarsın? Eğer hissedebildiğin, koklayıp, tadıp, görebildiğin şeylerden söz ediyorsan, gerçek, beyne iletilen elektrik sinyallerinin yorumlanmasıdır.




Rüya yaşantılarına ilişkin ilk bilimsel açıklamalar uykunun fizyolojik temelleri ile ilişkilendirilerek yapılmıştır. Uykuyu tanımlayan 5 fizyolojik evre uyku döngüsünü oluşturur. Bu evrelerin ilk dördünde hızlı göz hareketleri gözlen­mez, son evre ise hızlı göz hareketleriyle karakterizedir. Bu bağlamda uykunun ilk dört evresi n-REM (hızlı göz hareketleri olmayan), son evre ise REM (hızlı göz ha­reketleri ) uykusu olarak sınıflandırılmaktadır. Rüya, uykunun genel ve karakteristik özelliklerin­den biri olup, REM evreleriyle yakından ilişkili bulunan, görsel, işitsel ve duygusal yaşantılar olarak tanımlana­bilir. Bu bulgu sonuçları ilk olarak rüyanın kökenini bulmaya yaklaştıklarını düşünerek heyecan uyandırmış olsa da daha sonraki araştırmalar n-REM uykusu sırasında da REM uykusuna oranla daha az olsa da rüya görüldüğünü ortaya çıkarmıştır.
Son olarak ta psikolojik olarak rüyalara kısaca bakalım.

Rüyanın bilinçle ve bilinçaltıyla çok sıkı bir ilişkisi vardır. Psikologlara göre birçok rüya, bilinçaltından gelen mesajlar doğrultusunda uykuda insanlar tarafından tecrübe edilmektedir. Bilinçaltında birikmiş olan birçok malzeme, geceleyin uyku sırasında rüyalarda kendini göstermektedir. Rüyalarda bilinçaltının önemi Freud’a dayanmaktadır.

 Freud, “ Yürekte uyuklayan tüm bedensel arzu ya da itilmişlikler, eğer bir şeyler onları harekete geçirirse, kendilerine eşlik eden düşüncelerden doğan bir rüyaya neden olur ya da zaten var olan bir düşe bu düşüncelerin karışmasına yol açarlar.” Hırslı adam, rüyalarında, kazanmış olduğu ya da kazandığını hayal ettiği ya da kazanmak istediği defne dalından taçları görür, oysa âşık, rüyalarında tatlı umutlarının nesnesiyle uğraşmaktadır…

Freud’dan sonra birçok psikolog/psikiyatrist rüyalar konusuna ilgi göstermişlerdir. Devamı yazımda Freud, Jung gibi terapistlerin rüyalara bakışı ve örnek rüyalar üzerinden yorumlamalarına değineceğim bir daha ki yazı da görüşmek üzere…



Psikolojik Danışman
Muhammet KAZANCI



KAYNAKÇA

Güven, E. (2015).Rüyaların Dili: Psikolojide Rüya Çalışmaları. Türk Psikoloji Yazıları. 18, 15-25.

Evginer, N. (2010).Psikolojik ve Dini Bir Fenomen Olarak Rüya. Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı. Konya



22 Eylül 2017 Cuma

Kitle Manipülasyonu ve Reklamlar



Manipülasyon, insanları kendi bilgileri dışında veya istemedikleri halde etkileme veya yönlendirme işlemine denilmektedir. 


 Özellikle kapitalist sistem uzun zamandır tüketicileri manipüle ederek varlığını sürdürmektedir. Bireyler, kapitalist düzen içinde, “tüketici” olarak değerlidir. Bireylerin tüketici olarak varlığı sistemin sürdürülebilirliğinin çarkıdır.


Bunu sağlamak için kapitalist sistem insanları yönlendirerek sürekli hareket eden  mutluluk makinelerine dönüştürmüştür. Ve ironik olarak devamlı mutlu olmaya çalışan makineler olarak, daha çok psikolojik bunalımlara sürüklendik. Artık her anımızı mutlu geçirmeye ya da mutlu geçirdiğimizi insanlara aktarmaya çalışan bir makine olduk. Zamanımızın çoğunu, anı yaşamak yerine yaşadığımız anların fotoğraflarını çekerek onu sosyal medya üzerinde sergilemeye ve ardından bağımlı bir şekilde beğenileri takip etmeye adadık. 


Peki bu durumun oluşmasında reklamların nasıl bir etkisi oldu?


Kapitalist sistem insanların ihtiyaç kültüründen arzu kültürüne dönüşümüne zemin hazırladı. Bunu çok farklı şekillerde yaptılar. Sistemli bir şekilde bilinçaltımızı yönlendirdiler. Satmak istediğin objeyle popüler ya da çekici birini yan yana koy ve bir zaman sonra aynı istek nesne içinde oluşsun. Buna psikoloji de çağrışımsal geçiş adı verilir. Günümüzde satın aldığımız şeyler sadece bir nesne değildir biz psikolojik olarak o nesne veya hizmete kendimizi bağlarız. Bu bize geçici ve sahte bir öz güven sağlar. Kendi değerimizi aldığımız nesneler üzerinden sağlarız. Bu özgüven gerçek olmadığı için sürekli yeni çıkan sürümlere ilerleriz ve bu sayede kapitalist sistemin sürekliliğini sağlarız.

Seçim ve seçeneklilik birbiriyle bağlantılı kavramlardır. Seçim yapabilmek için seçeneklerimiz olması gerekir. Kapitalist sistem bunu da kendi çıkarlarına uydurmayı başarmıştır. Kendini ifade etmek ve özgür olmak isteyen kişileri reklamlarla yönlendirerek “giydiğiniz kıyafetler sizin kişiliğinizi yansıtır” sloganıyla aslında onları tekrar kendi avucuna almıştır. Moda bunu n somut göstergelerindendir.


Bu konuyu Sigmund Freud’un yeğeni Edward  Bernays’dan bahsetmeden anlatmak eksik olur.


Edward Bernays kimdir?


Edward Bernays (1891-1995), modern propagandanın öncüsü olarak anılan, kitle psikolojisi ve ikna yöntemlerini kurumlar ve siyasal organizasyonların ihtiyaçlarını karşılamak için kullanmış halkla ilişkiler uzmanı.

 Avusturyalı-Amerikan olan Bernays, 1919 senesinde New York’ta ilk tanıtım bürosunu kurmuştur. 1995 yılında öldüğünde The New York Times gazetesi ve diğer gazetelerde ölüm ilanlarında Halkla İlişkilerin Babası olarak söz edilmiştir. 


Bernays’ın kitle manipülasyonun da ki rolünü anlamak için yaptıklarından bir örneğe bakalım.

1920’ler de ABD’de kadınların sigara içmesi bir tabuydu. Şirketler sigara satışını artırabilmek için Bernays’dan yardım istediler. Bernays, Pascalya Geçidinde sosyeteden kadınlara aynı anda sigara içirdi ve bunu medya yoluyla yaydı. Sigarayı “Özgürlük Meşaleleri” adı altında halka tekrar sundu. Ve sonuç gerçekten dikkat çekici, neredeyse bir günde sigara tabusu yıkıldı ve sigara içen kadınlar toplum tarafından güçlü olarak görülmeye başlandı.




Bu manipülasyonlar günümüzde de halen tüm hızıyla sürmektedir. Bize düşen farkındalık geliştirmek ve yeri geldiğinde "dur!" diyebilmek.







KAYNAKÇA

CURTİS, A. (2002) Century of Self. İngiltere: BBC Belgeselleri

FREUD, S. (2015) Kitle Psikolojisi. Ankara: Say Yayıncılık

ÖZDEMİR, F. REKLAMIN ÖTEKİ YÜZÜ, MANİPÜLASYON


Hayatımızdaki Temelsiz İnançlar: "Mit"

Not: Bu yazıyı Irvin D. Yalom'un editörlüğünü yaptığı "aile terapisi" kitabından esinlenerek yazdım.

 Bir mit, kaynağı kanıtlanabilir olmayan fakat doğayı, adetleri ya da alışkanlıkları açıklayan geleneksel bir düşünce olarak yayılan popüler bir masaldır. (Aile Terapisi)

Bu yazıdaki mitten kastım efsaneler değildir. Bahsetmeye çalışacağım mit insanların akıldışı olan düşüncelerini içerir. Mitsel düşüncelerin temeli yoktur ama çoğunlukla toplum içinde kabul görür.

Şimdi bir örnekle başlayalım;
"Gerçekten seviyorsa ne istediğimi anlar." Bu düşünce temelsizdir ve karşıdaki insanın biz söylemeden düşüncelerimizi ve duygularımızı anlayabileceğini varsayar. Gerçek şu ki çoğu zaman biz kendi düşüncelerimizi bile anlayamazken bizim anlayamadığımızı karşımızdakinden beklememiz gerçekten ironiktir..

Hepimizin sahip olduğu bazı mitsel düşünceler vardır. Çoğu zaman içinde bulunduğumuz çevre ve popüler kültürde bu mitlerin oluşumunda ya da pekiştirilmesinde rol oynar.

Hemen buna da bir örnek verelim. Mesela bir evliliğin başarılı olması için tartışma olmaması, empati ve iletişimin yüksek olması gerektiği mitini ele alalım. Şu an bunun mit mi yoksa doğru bir düşünce mi olduğunu düşündüğünüzü görür gibiyim. İçinde bulunduğumuz çevre ve popüler kültürde bu mitin gelişmesine ve yayılmasına yardımcı olur.

Şimdi bununla ilgili bir çalışmaya bakalım;
"John Gottman tarafından yapılan çalışmaya göre doyurucu evliliklerin; çatışma ve çözümleri etrafındaki duygusal havadan ziyade tarafların öfke değiş tokuşu sırasında eleştirici, savunmacı, küçük düşürücü ve taş duvar şeklinde davranma gibi yıkıcı davranışları minimize eden kapsamlı pozitif etkileyici dengeyi sürdürme yeteneğine  daha çok dayandığını ileri sürer.
Yani evliliklerde tartışmalar olur ve bu tartışmalardaki yıkıcı davranışlar minimize edildiği zaman olumsuz değildir.

Hayatımızın her alanında aslında gerçeğe dayanmayan temelsiz düşünceler yer alır. Biz bunların çoğunun farkında değilizdir. Bu mitler bazen bizim yaşantımızı içten çökertebilir ve biz bunun farkına varamayız. Bazen bu mitlerin kökeni o kadar derin yaşantılarımızla bağlantılıdır ki bizim yazgı kararlarımızı bile oluştururlar ve biz sürekli neden aynı sonuca ulaşıyoruz diye dövünür dururuz.
 Adaletlilik mitini ele alalım; her şey eşit olmalı ve eşit verilmeli. Ben bir şey veriyorsam karşılığında da bir şey bana verilmeli. Şimdi bu mite sahip olduğunuzu ve her şeyi değerlendirirken bunu dikkate aldığınızı düşünün. Hayatınız nasıl olurdu? Büyük ihtimalle ağzınızdan şu sözler dökülürdü: "Ben ona her şeyimi verdim ama o bana karşılığını vermedi." Bu düşünceler içinde hayattan umudunuzu keser ve geri çekilirsiniz. Çünkü verdiğiniz kadar almanız gerektiğine inanıyordunuz ve dünya bu isteklerinizi karşılamadı.

Ben mitleri anlatmaya devam etsem bir türlü bitmez çünkü sayısız tane mit var. O yüzden konunun özünü vereyim. Mesele bizim neyi seçtiğimizle ilgili, düşüncelerimiz mi bizi yönlendirsin yoksa biz mi düşüncelerimiz üzerinde hakimiyet kurup kendi hayatımızı kendimiz yazalım. Bu Matrix filmindeki mavi ve kırmızı hap olayına benzer. Ya yaşamının farkında olmadığın, kendini güvende hissettiğin bir hayatı seçersin ya da zor olanı seçip  kendi hayatını kendin çizersin..

"Mükemmel değil yeterince iyi bir hayat yaşamanız dileğimle"

18 Eylül 2017 Pazartesi

Kendisine Yabancılaşan İnsan ve Personalar

 

Selim: “Normal bir insan olmaya zorladılar, bana bos yere vakit kaybettirdiler.
Olmayınca da, anormal dediler. Bende kendimi anlamadım bütün hayatım
boyunca normal bir adam olmaya çalıştım. Arkadaşlarla genel eve gittim,
müstehcen romanlar okudum. Ve sokakta genç kızların peşinden gittim: hiç
birin de tutarlılık gösteremedim. Bunun üzerine normal olduğuma karar verdiler.
Onlarla biraz olsun benzeyebildiğim ölçüde kendimi mutlu sanıyordum. Kendimi
onlardan ayırmasını beceremedim” (Oğuz Atay: Tutunamayanlar)



Persona kelimesi antik Yunan’da tiyatro oyuncularının değişik rollerde ki oyunlarını sergilemek için taktıkları maskenin adıdır. C.G. Jung’un Analitik Psikolojisinde bireyin, toplumun ve geleneklerin beklentilerine yanıt olarak taktığı mecazi maskeye karşılık gelir. Yani diğer insanlarla ilişkilerimiz de kullandığımız parlatılmış yüzlerimizdir personalarımız. Mesela arkadaşlarımızın yanında ve anne-babamızın yanında aynı şekilde davranmayız çünkü farklı durumlara uyum sağlamamız gerekir. Her insanın en az birden fazla personası(maskesi) vardır. Şu bir gerçektir ki yaşamı boyunca hiç maske takmayan bir insan bulmak imkansızdır. Bu aynı zaman da toplumsal bir varlık olan insan için yaşamsal bir zorunluluktur. Jung, personanın dünya ile ilişkilerimizi sağlayan bir gereklilik olduğunu ve personayı geliştirmeyi ihmal eden insanların kaba, huzursuzluk yaratan ve dünyadaki yerlerini bulmada zorluk çeken eğilimler sergilediklerini söyler.

 Yukarı da Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar kitabından alınan kısımda başkarakter Selim Işık’ın normal bir birey olmak için arkadaş çevresinde takındığı personaları görmekteyiz. Bu her ne kadar topluma uyum için gerekliyse de fazla kullanımı insanların kendilerine yabancılaşmalarına neden olur. Jung, persona ile aşırı özdeşleşmenin ‘inflation’ adını verdiği bir hezeyana yol açtığını söyler. ‘Inflation’ durumundaki birey kendini toplumdaki rolüne aşırı kaptırmıştır. Ego tümüyle personanın temsil ettiği rolün gerekleri ile özdeştir. 

Yine başka bir kısımda Selim Işık kendine yabancılaşmasını ve hayatının anlamını yitirmeye başlamasını şu sözlerle anlatır: 

“Neresini düzelteceğimi bilmediğim bu yaşantımı sürdürmenin anlamsızlığını seziyorum  yok olmaya doğru hızlı bir gidişin farkındayım henüz koruyabildiğim bazı özelliklerim varken daha insan olduğumu hissederken bu gidişe bir son vermeliyim yoksa çok geç olacak ve kendimi affetmeyeceğim” Burada Selim Işık artık personalarının içinde kendi benliğini kaybetmeye başladığını fark ediyor ve bunu durdurmak istiyor.

İçinde bulunduğumuz yüzyıl teknolojinin ve değişimin hızlı yaşandığı bir dönem. Yaşanan bütün bu değişimlere ayak uydurmak için yaşamını da hızlandıran insan durup yaşamda ki amacını düşünmeye vakit bulamıyor ve giderek kendine ve çevresine yabancılaşıyor. Durup bu durumun farkına varan bireylerse içinden çıkılması zor buhran ve çaresizlik duygularına saplanıyor. Birçok yazarın yabancılaşmayla ilgili eserleri var ve bu eserlerde insanlar kendini bulduğu için okunma oranları da çok yüksek. Örnek olarak Albert Camus’un Yabancısını, Franz Kafka’nın Dönüşümünü verebiliriz.
Franz Kafka Dönüşüm kitabında Gregor Samsa karakterinin ailesi ve işi arasında kendi varlığının farkında olmadan yaşarken içine düştüğü yabancılaşma durumunu böceğe dönüşmesiyle sembolik bir dille anlatmıştır. 

Yine Albert Camus’ta ise asıl adı verilmeyen karakterimizin her şeyden uzaklaşmasıyla içine düştüğü durumları ve ölüme giden olayları anlatır. Karakterimizin içinde bulunduğu anlamsızlığı annesinin ölümünün ardından söylediği şu sözden anlayabiliriz: “anam ölmeseydi, kim bilir ne güzel gezip eğlenirdim”. Günümüz insanı, sanayi devrimi ile başlayan ve her alana yayılan hızlı bir değişmenin toplumsal ve ruhsal düzeyde yarattığı bunalımların köklü bir rahatsızlığa dönüştüğü bir ortamda yaşamaktadır. Birçok insan ya kendini tamamen toplumdan soyutlayan bir yaşam sürmeyi ya da kendilerine çizilen, kapitalist sistemin duvarlarını ördüğü katı bir sistem için de sürüye katılmayı tercih ediyor. Bu yaşam önüne sunulanı yapma, niçin yaşadığını anlamadan hayattaki amacını sorgulamadan geçen bir yaşama götürüyor. Sürekli tüketim bireyi olan bu insanlar zamanla kendi benliklerini de tüketiyorlar. 

Bu konuda ne yapabileceğimizi ise varoluşçu psikologların yazılarında buluyoruz. Varlık ile bağını koparmış insanın içine düştüğü durumdan kurtulmasının yolu; varlığın anlamının anlaşılması ve insanın kendi varlığının sorumluluğuna varmasıdır. Sartre, hiçbir yol işaretinin bulunmadığı bu dünyaya fırlatılan insana hangi yöne gideceğinin, hangi değerleri seçmesi gerektiğinin söylenemeyeceğini belirtmiştir. İnsanın kendi varlığını kendisinin seçmesi gerektiğini vurgularlar. İnsan kim olduğunu kendisi belirlemelidir.

“ Biz kullandığımız araba ya da evle tanımlanamayız. Biz sahip olduğumuz iş değiliz. Bizi biz yapan seçimlerimizdir.”

Alice aşağıya düşer ve bir tavşanla karşılaşır. Önünde iki yol vardır, tavşana sorar: “Hangi yoldan gideyim?” Tavşan şòyle cevap verir: “Nereye gideceğini bilmiyorsan, hangi yoldan gittiğinin hiçbir önemi yok.”

                                                   
   Psikolojik Danışman
   Muhammet KAZANCI



KAYNAKÇA
Atay, O. (2008). Tutunamayanlar. İstanbul: İletişim.
Camus, A. (2016). Yabancı. İstanbul: Can Yayınları.
Çiçek, N. (2012). Franz Kafka’da Yabancılaşma Problemi. Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı, Ankara.
Sevgili, M. (2005). Oğuz Atay ve Alev Alatlı’nın Romanlarında Aydın ve Yabancılaşma Sorunu: Karşılaştırmalı B            ir Edebiyat Sosyolojisi Çalışması. Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi. Mersin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, Mersin.
Yazgan İnanç, B., Yerlikaya, E.E.(2014). Kişilik Kuramları. Ankara: Pegem Akademi.