Yaklaşık olarak 25 yaşlarına doğru geldiğimizde çocukluk ve
ergenlik dönemine özgü beyinsel gelişimler neredeyse tamamlanmıştır. Bu açıdan
bakıldığında kişiliğimizin de artık sabitleştiğini ve değişmeyeceğini
düşünebilirsiniz. Ama gerçek içinde bundan çok daha fazlasını barındırır.
Beynimiz tıpkı bir plastik gibi biçim alabilir ve aldığı bu biçimi koruyabilir.
Yaşadığımız her olay, yaşadığımız yerler, arkadaşlarımız, deneyimlerimiz, ilgilendiğimiz
hobiler hepsi beynimizde küçük izler bırakır.
Mesela okuduğunuz kitaptan küçük bir kesit sizi o kadar çok
etkiler ki beyninizdeki nöral bağlantılar değişir dolayısıyla sizde
değişirsiniz. Ve bu değişim nispeten kalıcıdır. Mesela kemancılarda beynin korteksindeki(Beyin
Kabuğu) omega adı verilen kıvrım diğer insanlarınkinden daha gelişmiştir.
Yaptığımız her şey beyinde fiziksel değişimlere neden olur. Buna başka bir
örnek olarak taksicileri düşünebiliriz. Bütün bir şehrin karmaşık haritasını
adeta zihinlerine kopyalarlar. Çoğumuz bir satır cümleyi bile akılda tutmakta
zorlanırken onlar bunu nasıl başarıyor?
Beyin geliştirilebilen esnek bir yapıya sahiptir. Beyinde
tıpkı kaslar gibi çalıştırıldığında güçlenir ve kullanmazsak zayıflar.
Şimdi bu konuyla ilgili bir araştırmadan bahsedeceğim. Bir
grup nörobilimci Londra’da ki taksi şoförlerinin şehrin her kavşağını nasıl akılda
tuttuklarını ve doğuştan gelen bir yetenek olup olmadığını anlamak için bir
grup taksi şoförüne beyin taraması yapmışlar. Ve beyinlerinde, uzamsal bellekte
önemli rol oynayan hipokampüs bölgesinin arka kısımlarının kontrol gruplarına
göre daha büyük olduğunu gözlemlemişler.
Bunun üzerine şu soru akıllarına takılmış; Acaba bu doğuştan
gelen bir yetenek mi yoksa sonradan mı gelişmiş? Daha sonra araştırmayı daha
uzun süre çalışmış olan taksi şoförleri üzerinde de yapmışlar. Ve bu kişilerin
beyinlerinde ki alanın daha az çalışanlardan daha büyük olduğunu
gözlemlemişler.
Bu araştırmanın sonucu yukarıda söylediklerimi destekler
niteliktedir. Beyin yetişkinlikte de yeniden şekillenebilir. Yeter ki yeterince
çalışın. Einstein’ın da dediği gibi, dehanın 10’da 1’i yetenek 10’da 9’u da
çalışmaktır.
Beynimiz doğumdan ölüme kadar yaşadığımız ortama uyum
sağlayabilecek inanılmaz bir yapıya sahiptir. Fakat özellikle çocukluk
yıllarındaki duygusal ilgi ve bilişsel uyarıların azlığı insan beyninin
gelişimini önemli ölçüde olumsuz etkileyebilmektedir. İlk doğduğumuz zaman
beynimiz saf potansiyele sahip milyarlarca bağlantısız nöron bulundurur. Bu da
bizi bir yandan bebeklikte bakıma muhtaç bırakırken diğer yandan inanılmaz bir
esnekliği de beraberinde getirir. Bir hayvan yavrusu doğumdan hemen sonra
ayaklanıp nörolojik programının gerekliliklerini yerine getirebilirken uyum
potansiyelini ve daha fazlası olabilme ihtimalini de beraberinde yok eder.
Mesela bir penguen yavrusu kutuplara bir insandan çok daha iyi uyum
sağlayabilirken aynı şekilde ekvatorda yaşamını sürdüremez. Fakat insan beyni
barındırdığı potansiyel sayesinde her iki ortama da uyum sağlayabilir.
İlk kısımda da söylediğim gibi yeni doğan bir insanda birbiriyle
bağlantısız milyarlarca nöron bulunur. Yaşamının ilk iki yılında aldığı duyusal
bilgilere bağlı olarak nöronlar arası bağlantılar hızlı bir şekilde kurulur.
İki yılın sonunda bebekteki sinapsların(nöronlar arası bağlantı) sayısı yüz
trilyonu aşarak, bir yetişkinde ki sinaps sayısının iki katına ulaşır. Burada
beynimiz en yüksek noktasına ulaşmış ve ihtiyacından çok daha fazla bağlantı
kurmuştur. Bundan sonraysa beyin kullanılmayan nöral bağlantıları “Budama”
yöntemiyle ortadan kaldırır ve kullandığımız bağlantıları da deneyimlerimize
bağlı olarak devamlı güçlendirir. Bu yüzden küçük yaşlarda zihnimize kazınan bir
nöral bağlantı ağacın köklerinin zamanla derinleşmesi gibi güçlenecek ve
yerinden söküp çıkarılması daha zor bir hale gelecektir.
Bazen psikolojik
hastalıklarda çocukluktan gelen yanlış nöral bağlantılarının etkisi gözle
görülebilir ve çoğu zaman danışanda bunun farkındadır. Ama yine de kendisine
bile anlamsız gelen bu davranışları yapmaktan kaçınmak onun için çok zordur.
Çünkü kökleri onun varoluşunun başlangıcına kadar ulaşır.
Şimdi bu konuyla ilgili bir örnek vermek istiyorum. Şimdi
gelin birlikte Boston Çocuk Hastanesinde öğretim üyesi olan Dr. Chales Nelson’un
1999’da Romanya yetimhanelerini ziyareti sırasındaki gözlemlerine biraz bakalım.
“Küçük çocuklar herhangi bir duyusal uyarana maruz
kalmaksızın parmaklıklı bebek yataklarında tutuluyordu. Her on beş çocuğa tek
bir bakıcı düşüyordu; bu bakıcılar da, çocukları ağladıklarında bile
kucaklarına almamak, yakınlık göstermemek konusunda kesin talimat almışlardı.
Çocuklar tuvalet ihtiyaçlarını yan yana dizilmiş lazımlıklarda hep birlikte
gideriyor, saçları cinsiyet gözetilmeksizin aynı şekilde kesiliyordu.
Çocukların sadece temel ihtiyaçları karşılanıyor sevgi ve ilgiden mahrum
bırakılıyorlardı.”
Burada gördüklerinden
sonra Nelson Bükreş Erken tedavi programını başlattı. Ve yapılan araştırmalar
sonucu burada yaşayan çocukların IQ puanlarının, genel ortalama olan 100’ün çok
altında; 60 ila 70’ler civarında olduğuydu. Çocukların zihinsel etkinlikleri
aşırı derece de geri kalmış konuşmada da sıkıntılar oluşmuştu.
Ancak eğer bu çocuklar erken yaşlarda bu kurumlardan alınıp
yeterli uyarıcıya maruz kalırlarsa beyin kendini yeniden düzenleyip olumsuz
etkilerden kurtulabilir. Özellikle 2 yaşından önce bu kurumdan alınırsa
gelişimi normal düzene dönme ihtimali çok yüksektir. Bu da bize çocukluk
eğitiminin insan gelişimi üzerinde ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Çocuklar donmamış beton gibidir, üzerlerine ne düşse iz bırakır. (Haim Jinott)